Molla Fahrettin efend, yaşı ilerleyince seyr-ü sülûka
yöneldi ve Güneydoğunun güneybatısındaki
Cizre (Ceziratu İbn Ömer) ilçesinde
ikamet eden ilim ve takva sahibi meşhur
Nakşibendî şeyhi Şeyh Muhammed Said
Seyda'nın yanına giderek seyr-ü sülûkta
ona intisap etti. 1955 yılında ondan
halifelik aldı. Bundan sonra artık
bölgede ilim tedrisatı yanında irşad
faaliyetlerini de yürüttü. Artık kendisi
"Şeyh Fahrettin" olarak tanımlanıyordu.
Bu arada Üstaz Bediuzzaman Said
Nursî'nin kitaplarını (Nur Risalelerini)
okudu ve onlardan çok etkilendi. Bunun
üzerine Bediuzzaman hazretlerine bir
mektup yazarak kendisini de talebeleri
arasında kabulünü talep etti.
Bediuzzaman da ona bir mektupla cevap
vererek muvaffakiyeti için dua etti.
Bilindiği gibi Bediüzzaman büyük
düşünüyor ve uzun vadede Dünya'ya hitap
edecek Nur Risalelerini yazıyordu. Molla
Fahrettin'in de Bediüzzaman'dan
etkilenmesi neticesi eser yazmaya
başladığı kanaatindeyiz.
Molla Fahrettin'in de, büyük bir azim taşıdığını, zihninde
büyük projeler olduğunu bizzat müşahade
ettik. Zira bu sırada modern ilimleri de
okumaya başladı. Aynı zamanda bu
ilimleri tahsil etmeleri konusunda
talebelerini de teşvik ediyordu. Molla
Fahrettin, sahip olduğu azim ve
kararlılığın saikiyle Diyarbakır İmam
Hatip lisesi sınavlarına dışardan
girerek bu okuldan mezun oldu.
Sınavlarda gösterdiği olağanüstü başarı,
hocaları hayretler içerisinde
bırakıyordu. Hatta cebir ve matematik
öğretmenleri, "sanki cebir ve matematik
bilimleri bu hoca tarafından
keşfedilmiş" diyerek hayretlerini
gizleyemiyorlar ve Molla Fahrettin'in
kendilerinden daha iyi bu bilimlere
vâkıf olduğunu ifade ediyorlardı. Molla
Fahrettin, İmam-Hatipten mezun olduktan
sonra Batman Ulu Camiinde resmi
imam-hatiplik ve aynı zamanda vaizlik
yaptı. Vaazlarının halkın üzerinde büyük
etki yaptığını, kendisinin özellikle
Batman'ın muhafazakar yapısında ciddi
tesiri olan manevi dinamiklerinden
olduğunu söyleyebiliriz. Ancak daha
rahat bir şekilde hareket etmek
amacıyla, kısa bir süre sonra bütün
resmi görevlerinden ayrılarak kendisini
tamamen irşad ve tedrisat faaliyetlerine
verdi. Bu faaliyetlerini o zaman
Siirt'in bir ilçesi olan Batman şehir
merkezindeki 'Hacı Şirin Camii"nde
yürütüyordu. Burada öğrencilerin iaşe ve
ibate masrafları, büyük ölçüde camii
kendi adı ile kendi arazisi üzerine
yaptıran Hacı Şirin tarafından
karşılanıyordu. Bizzat kendim de, o
dönemde Molla Fahrettin'in yanında
okudum ve 1971 yılında, bu camide
kendisinden icazet alma şerefine
nailoldum. Aynı zamanda Seyit yani Hz.
Peygamber S.A.V. soyundan olan hocam
Fahrettin efendi, sosyal ve irşad amaçlı
faaliyetlerini bir kenara bırakırsak,
adeta bir uzlet hayatı yaşıyordu.
Batman halkının anlattığına göre burada
kaldığı yaklaşık 20 yıl zarfında çarşı
ve pazara pek gitmemiş, genellikle evi
ile cami ve medrese arasında devam eden
bir hayat yaşamıştır. İlginçtir ki
kendisi, camiye giderken yol üzerinde
karşılaştığı 5-6 yaşındaki çocuklar,
etrafında toplanıp ona büyük ilgi
gösteriyorlardı.
Molla Fahrettin, son derece zeki, ifade kabiliyeti güçlü,
fasîh ve belîğ bir şahsiyetti. Kuvve-i
hafızası da son derece güçlüydü. Öyle
ki, birçok talebesinin müşahedesiyle,
bir kitabın herhangi bir sayfasını tek
okuyuşta noksansız hıfzediyordu. Ayrıca
özel bir çalışma yapmadan Kur'an-ı
Kerim'in tamamını hıfzetmişti. Kıraet
hocalarından ders almamasına rağmen
mükemmel bir kıraati vardı. Yine özel
meşk (hatt sanatını öğrenme) yapmadığı
halde son derece güzel bir hattı da
vardı. Aynı zamanda Peygamber soyuna
layık bir izzet-i nefse sahip onurlu bir
insandı. Belki de cömertliği ve
misafirperverliği de bu asil soyundan
kaynaklanıyordu. Ayrıca ağırbaşlı ve
vakarlı duruşu ile herkesin dikkatini
çekiyor, kendisini gören herkeste büyük
bir ilim adamı olduğu intibaını
bırakıyordu. Bu mümtaz kişiliği ile
bölgede, sadece halk kesimi tarafından
değil aynı zamanda ilim çevresince de
büyük ilgi ve saygı görüyordu. Bu saygın
kişiliğini halkın huzur ve sükunu için
kullanıyor, Bölgede aileler ve aşiretler
arasındaki anlaşmazlıklara müdahele
ederek onları barıştırıyor, böylece
cinayetlerin,fitne ve fesadın meydana
gelmesini önlüyordu. Örneğin tasavvuf
üstadı Şeyh Seyda hazretlerinin de
tavsiyesi üzerine gittiği Siirt'in
Pervari ilçesinin yaylasında kalan
Davudi aşireti göçerleri arasında
eskiden beri devam eden düşmanlık ve
ihtilaflar, onun çabasıyla kısa zamanda
bertaraf oldu. Orası ile alakası devam
ettiği yıllarda huzur ve sükun da devam
etti. Ayrıca Batman'da Raman ve Alikan
aşiretleri arasında gerçekleştirdiği
sulh ve barışı zikredebiliriz. Bu iki
büyük aşiret arasında barışı
gerçekleştirmek suretiyle bir çok
muhtemel cinayet ve ölümlerin önüne
geçti. Bu hadiseden dolayı halk
arasındaki itibarı bir kat daha
artmıştı.
Manevi kişiliğine paralel olarak fizikî yapısı ile de dikkat
çekecek kadar farklı bir yapıya sahipti.
Takriben 1.85 - 1.90 metre boyunda, halk
tabiri ile sahabe tipi bir insandı.
Hatta kendisi uzun boyluluğu ile ilgili
bize şu anekdotu anlatmıştı: "Bir kere
hac esnasında, Mina'da cemaatle namaz
kılmak için saf tutmuştuk. Ben imamlık
yapmak için ön tarafta durmuştum.
Başımda, tepesinde püskül bulunan bir
külah bulunuyordu. Tam niyet edeceğim
sırada, birisi dişleri ile başımdaki
külahın püskülünden tutarak,
görebileceğim şekilde başımın ön
tarafında külahı salladıktan sonra
tekrar başımın üzerine koydu. Arkama
baktım benden hayli uzun boylu bir zenci
gördüm ve son derece şaşırdım. Zira
dişleri ile başımdaki külahın püskülünü
tutabilecek kadar uzun boylu idi.
Kendisi, bu hareketi ile benden de uzun
insanların olduğunu göstermek
istemişti."
Halk arasında son derece itibarı olan ve çok sayıda talebe
yetiştiren ileri görüşlü alim ve
mutasavvıf Molla Fahrettin Efendi, ne
yazık ki tasarladığı büyük projelerini
tamamlayamadan, Batman'da, 1 ŞUBAT 1972
tarihinde, 62 yaşında hakkın rahmetine
kavuştu. Batman iline yakın "Korik"
köyünde annesinin yanına defnedildi.
Kendisi için Allah'tan rahmet diliyoruz.
Molla Fahrettin, pek çok İslâmî ilim dalında eser yazmayı
hedefliyordu. Ancak ömrü buna kafi
gelmedi. Yine de bir çok konuda eser
yazdığını görüyoruz. Bu eserlerden 11
tanesine vakıf olduk. Vakıf olduğumuz
eserleri şunlardır:
1. El-İ'tisam Haşiyetu Şerhi'l-İsam Ale'l-Ferideti
fi'l-Beyan.
2. Keşfu'l-Ğıta Haşiyetu İmtihani'l-Ezkiya.
3. Durretu's-Sadef fi Beyani Asnafi'l-Harf.
4. Et-Tarsîf fi İlmi't-Tasrîf.
5. El-İstinare fi İlmi'l-İstiare.
6. Îsâğûcî fi'l-Mantık.
7. Risaletu'l-vad'.
8. El-Kavlu's-Sedîd fi Beyani Hukmi's-Saydi
Bi'l-Bundukati'l- Muttehazeti
Mine'l-Hadîd.
9. Miftahu'l-Cenne fi Ezkari'l-Kitabi ve's-Sunne.
10. Zu'l-Fikaru'l-Hayderî fi'd-difai Ani'ş-Şeyh Seyda
el-Cezerî.
11. Cuma Günü ve Cuma Namazı.
İsimlerinden de anlaşıldığı gibi sonuncu eserinin
dışındakiler Arapçadır. Bu eserlerden
ulaşabildiğimiz yedi tanesini kısaca
tanıtacağız. Tebliğlerin basımından önce
diğer eserleri hakkında bilgi
edindiğimiz takdirde bunları da ilave
etmeye çalışacağız. Konunun daha iyi
anlaşılması için eserlerin tanıtımına
geçmeden önce klasik kitap türlerini
kısaca tanımlamakta yarar görüyoruz:
Klasik Arapça kitapları üç kısma ayırabiliriz:
1) Metinler: Bunlar, konuları özet halinde ele alan
eserlerdir. Metinler genellikle
açıklamaya muhtaç kapalı eserlerdir.
Ayrıca şerh veya haşiyelerle açıklanan
her kitap için de metin kavramı
kullanılır.
2) Şerhler: Bunlar, bir metni açıklayan ve metnin tamamını
kapsayan eserlerdir. Yani bir şerh
incelendiğinde onun içinde metnin
tamamını bulabiliriz
3) Haşiyeler: Bunlar ilgili oldukları eserin (metin, şerh
veya ikisi birden) tamamını değil,
sadece kapalı yerlerini açıklayan
eserlerdir. Haşiyelerin içinde metnin
tamamı bulunmamaktadır.
Bunlara Şafii fıkhından şu örnekleri verebiliriz: İmam
Nevevi'nin yazdığı "Minhacu't-Tâlibîn"
bir metin, Hayruddin er-Remlî'nin
yazdığı "Nihayetu'l-Muhtac" onun şerhi,
Nuruddin Ali b. Ali eş-Şebramelsi'nin
eseri ise adı geçen şerhin haşiyesidir.
Hanefi fıkhından da şu örneği
verebiliriz: Timurtaşî'nin yazdığı "Tenvîru'l-Absâr"
bir metin, Haskafî'nin yazdığı "ed-Durru'l-Muhtâr"
onun şerhi, İbn Abidin'in yazdığı
Raddu'l-Muhtar ise bu şerhin
haşiyesidir. Molla Fahrettin'in yazdığı
eserlerin bir kısmı metin yani müstakil,
bir kısmı ise haşiyedir. Bu açıklamadan
sonra şimdi bu eserleri kısaca tanıtmaya
çalışalım:
1. El-İ'tisam Haşiyetu Şerhi'l-İsam Ale'l-Ferideti fi'l-Beyan
(الإعتصام
حاشية شرح العصام على الفريدة في البيان):
Beyan, belagatla ilgili bir bilim dalıdır. "El-Feride", bu
bilimle ilgili olan ve medreselerde
okunan bir metin kitabıdır. Asıl adı
İbrahim ve lakabı İsamuddin
olan meşhur alim, el-feride adlı metin
ile ilgili "Şerhu'l-İsam ale'l-Feride"
adlı bir eser yazmıştır. İsamuddin
lakaplı büyük alim, medreselerde,
anlaşılması zor eserleri yazmakla
tanınmaktadır. Hatta bazı ibareleri
tıpkı bilmeceler gibidir. Anlaşılmaları
zor olmaları nedeniyle İsam'ın
eserlerinden yeteri kadar
yararlanılamamaktadır. Diğer bir ifade
ile bu eserlerden ancak ilim ve
zekasıyla ayrı bir hususiyet gösteren
zatlar yararlanabilmektedir. İşte Molla
Fahrettin, yazdığı bu eserle İsam'a ait
şerhin zor yerlerini açıklayarak daha
geniş bir kitlenin eserden
yararlanmasını sağlamıştır.
Molla Fahrettin'in El-İ'tisam adlı eseri, müstakil olmayıp
İsamuddin'e ait şerhin haşiyesi, bu eser
de el-Feride'nin şerhi olduğundan bu üç
eseri birlikte değerlendirmek
durumundayız. Bu üç eserin özünü, metin
olan el-Feride teşkil etmektedir. Bu
eser, üç bölümden ibarettir. Bölümlerden
sonra iki tane mebhas bulunmaktadır.
Bölüm başlıkları, diğer benzer eserler
gibi "kısım", "bab", gibi kavramlarla
değil gerdanlık anlamındaki "ikd"
kavramı ile ifade edilmiştir. Eser üç
ikd ve iki mebhastan ibarettir. Her
ikdin bünyesinde de inci anlamındaki
"el-Feride" ile ifade edilen alt
başlıklar bulunmaktadır. Birinci ikd
(gerdanlık) mecazın çeşitleri ile ilgili
olup altı feride (inci) den ibarettir.
İkinci ikd, "istiare bi'l-kinaye"
manasını tahkik ile ilgili olup dört
ferideyi kapsamakta, üçüncü ikd ise
"istiare bi'l-kinaye" nin karinesi ve
buna ilave olarak "muşebbeh bih" in
mülayematı ile ilgilidir ve bünyesinde
beş feride yer almaktadır. Mebhaslara
gelince, birincisi "mecaz-ı mürsel"in
terşîhi, ikincisi ise "mecaz-ı aklî" ve
"teşbîh" in teşrîhi hakkındadır.
Çalışmamızın sınırlarını aşacağı için bu
ilmî kavramları tek tek açıklama
imkanımız bulunmamaktadır.
Molla Fahrettin'in "el-İ'tisam" adlı bu değerli eseri,
müellifin oğlu Abdurrahim ile müellifin
öğrencilerinden Muhammed Tahir es-Sadık
tarafından tahkik edilmiş, tanınmış ilim
adamlarından Halil Gönenç de eserle
ilgili bir takriz yazmıştır. Eser büyük
boy 254 sayfadan ibaret olup 1423/2006
tarihinde İstanbul'da Hanefiyye kitabevi
tarafından basılarak ilim erbabının
istifadesine sunulmuştur. Eser, Beyan
ilmini öğrenmek ve incelemek isteyenler
için son derece faydalı bir kaynaktır.
2. Keşfu'l-Ğıta Haşiyetu İmtihani'l-Ezkiya (كشف
الغطاء حاشية امتحان الأذكياء):
İsminden de anlaşıldığı gibi bu eser, "İmtihani'l-Ezkiya"
adlı eserin haşiyesidir. "Zekileri
İmtihan Etmek" anlamındaki
"İmtihani'l-Ezkiya", Nahiv ilmi ile
ilgili olup meşhur Osmanlı ulemasından
olan ve "Birgivî" lakabı ile tanınan
Muhammed b. Pîr Ali (929-981/1523-1573)
nin, Kadı Beyzavî'ye ait
"Lubabu'l-Elbâb" adlı eser üzerine
yazdığı bir şerhtir. "Lubabu'l-Elbâb"
ise, İbn Hacib (646/1248) tarafından
telif edilen meşhur nahiv kitabı
"el-Kafiye"nin özetidir.
"İmtihani'l-Ezkiya", özetin özeti
niteliğindeki "Lubabu'l-Elbâb" ı
açıklamakta, gereken bilgileri ilave
etmekte, örnekler vererek konuyu
zenginleştirmekte, böylece anlaşılması
zor olan bu eserin daha iyi
anlaşılmasını sağlamaktadır. Ancak imam
Birgivî, eserlerini genelde çekici ve
kolay anlaşılır bir üslupla yazdığı
halde bu eserin bir çok yerinde bu
ilkesini bozmuş ve eserin ismine uygun
olarak zekasıyla temayüz etmiş olanları
imtihan edercesine derin konulara
değinmiş ve bu konuları da anlaşılması
zor ibarelerle ifade etmiştir. Hatta
medreselerde, belli seviyeye gelmiş ilim
talebeleri, "İmtihani'l-Ezkiya"daki bu
zor yerleri belirleyerek yeri geldikçe
rakiplerine soruyor ve onları susturarak
kendilerine üstünlük sağlamaya
çalışıyorlardı. "İmtihani'l-Ezkiya" nın
o kadar zor ibareleri vardır ki her hoca
bu ibareleri çözemiyor ve okutamıyordu.
Bu eseri, ancak molla Fahrettin gibi
belli başlı alimler okutabiliyordu. İşte
Molla Fahrettin "Keşfu'l-Ğıta" yani
perdeyi kaldıran adını verdiği eserini
yazarak "İmtihani'l-Ezkiya" nın zor
yerlerini açıklamış, böylece eserden
yararlanılmayı kolay hale getirmiştir.
Nitekim kendisi eserin başında şunları
söylemektedir:
"هذا ما اشتدّت إليه حاجة المتفهمين
لامتحان الأذكياء من حواش نفيسة تكشف عنه
الغطاء فتراه العيون حتى العين العوراء
وتدني ثمراته فتناوله الأيدي حتى اليد
الشلاّء"
"İşte bunlar, İmtihanu'l-Ezkiya" yı anlamak isteyenlerin
şiddetle ihtiyaç duydukları nefis
haşiyelerdir. Bunlar, adı geçen eserden
perdeyi öyle kaldırıyor ki artık onu kör
olanlar dahil bütün gözler görebilir,
meyvelerini öyle yaklaştırıyor ki felç
olanlar dahil bütün eller onlara
ulaşabilir"
"Keşfu'l-Ğıta"
da, müstakil bir eser değil haşiye
olduğu için onu da "İmtihanu'l-Ezkiya"
ve "Lubbu'l-Elbab" ile birlikte bir
bütün olarak değerlendirmek gerekir. Bu
eserler bir bütün olarak hemen hemen
nahvin bütün konularını içermektedir.
Kelimenin tanımı ile başlayan eser, fiil
ve ismin özelliklerini, i'rab
çeşitlerini, marfuât ve mansubât
kısımlarını ihtiva etmekte "nida"
konusunu açıklamakla son bulmaktadır.
Molla Fahrettin, rabbinin
ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ nidasına
uyarak dar-ı bekaya irtihal ettiği için
yazdığı son konu başlığı da Münada
olmuştur.
Eserin başında İstanbul İlahiyat Fakültesi Arapça Anabilim
Dalı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Turan
Arslan'ın İmtihanu'l-Ezkiya ve
haşiyeleri ile ilgili bir
değerlendirmesi ile Yahya Abdurrahman
el-Abbasi'nin "Keşfu'l-Ğıta" ile ilgili
bir takrizi bulunmaktadır. Eser, büyük
boy 436 sayfadan ibaret olup 2006
yılında İstanbul'da basılmıştır.
3. Durretu's-Sadef fi Beyani Asnafi'l-Harf (درّة
الصدف في بيان أصناف الحرف):
Bu eser, şerh veya haşiye değil özgün bir eserdir. Eserin
adının anlamı, "Harf Çeşitlerine Dair
Sedef İncisi" şeklindedir. Adından da
anlaşıldığı gibi eser, harf çeşitlerini
açıklamakla ilgilidir. Belki ilk
bakışta, sadece harflerle ilgili bir
eser yazmak insana tuhaf gelebilir.
Dolayısıyla bu eserin önemini ve Molla
Fahrettin'in, neden sadece harfleri konu
alan müstakil bir eser yazdığını anlamak
için Arapça'daki "harf" kavramını
açıklamak gerekir:
Arapça dışındaki dillerde "Harf" kavramı, sadece bildiğimiz
hece harfleri için kullanılır. Bunlar,
kelimeyi oluşturan harflerdir. Örneğin
"kitap" kelimesindeki "k" harfi bir hece
harfidir. Arapça'da ise harfler, "hece
harfleri" ve "maânî harfleri" olmak
üzere iki kısma ayrılır. Hece harfleri,
yine kelimeyi oluşturan harflerden
ibarettir. Bunlar 29 harftir. Hece
harfleri, bir anlam ifade etmemekte
sadece kelimeleri oluşturmaya yaramakta,
dolayısıyla bunların sadece mahreçleri
üzerinde durulmaktadır. Maâni harflerine
gelince bunlar, Arapça'ya mahsus olan
harflerdir. Bu harfler Arapça'nın
dışındaki dillerde bulunmamakta ya da
harf değil başka kavramlarla ifade
edilmektedir.
Arapça'da kelime üç kısma ayrılmaktadır. Birincisi kendi
başına bir anlam ifade eden ve zaman
bildirmeyen kelimedir ki buna "isim"
denir. İkincisi, kendi başına bir anlam
ifade edip aynı zamanda zaman bildiren
kelimedir ki buna "fiil" adı verilir.
Üçüncüsü ise bir anlam ifade eden ancak
bu anlamı ifade edebilmesi için isim
veya fiil ile kullanılması gereken,
diğer bir ifade ile isim veya fiilin
içindeki bir anlamı ifade eden
kelimedir. İşte bu tür kelimelere "Maânî
Harfleri" denir. Maâni harfleri, tek
hece harfinden oluşabildiği gibi birden
fazla hece harfinden de
oluşabilmektedir. Örneğin
كتبتُ
بالقلم (kalem
ile yazdım) ifadesinde القلم in
başındaki (ب),
tek hece harfinden ibaret olan bir maâni
harfi olup Türkçe'deki "ile" anlamını
taşımaktadır.
جلستُ في
البيت
(evde oturdum) deki
في,
iki hece harfinden oluşan ve Türkçe'deki
"de, da" anlamını taşıyan bir maâni
harfidir. Üç hece hafinden oluşan
muhakkak anlamındaki ّإن, beş harften
oluşan "fakat, ancak" anlamındaki لكنّ
de birer maânî harfidir. Kendi başlarına
bağımsız olarak kullanılamayan ve bir
anlam ifade etmeyen maânî harflerinin
bazıları sadece isim ile, bazıları
sadece fiil ile, bazıları ise hem isim
hem fiil ile kullanılmakta ve
kullanıldıkları kelimeye önemli anlamlar
katmaktadır.
Maânî harflerinin her biri farklı bir anlam taşımakta,
bazıları ise, birkaç anlamda
kullanılmaktadır. Bu itibarla maânî
harfleri Arapça'da son derece önemli bir
yer işgal etmektedir. Ancak bu harfler,
önemli oldukları kadar da
karmaşıktırlar. İşte Molla Fahrettin,
son derece önemli ancak bir o kadar da
karmaşık olan bu harflerle ilgili
müstakil bir eser yazma ve bunları
detaylı bir şekilde açıklama ihtiyacını
duymuştur. Büyük bir araştırma ve emeğin
ürünü olan bu değerli eserin, ilahiyat
fakülteleri ve İmam-Hatip liselerinde
ders kitabı olarak okutulmasının yararlı
olacağına inanıyoruz.
Sadece maânî harflerini inceleyen bu eserde, bazıları
ihtilaflı olmakla birlikte 1001 harf 24
grup şeklinde zikredilmiştir. Ancak
bazen aynı harf birden fazla grup
içerisinde geçmektedir ki bu durumu
dikkate aldığımızda belirttiğimiz 101
rakamı şekil olarak daha az bir sayıya
düşmektedir. Mesela vav (و)
harfi hem cerr hem atıf harfi olarak
geçmektedir.
"İzafe Harfleri/cerr harfleri" ni açıklayarak başlayan
eserde, sırasıyla Muşebbehun bil'l-fi'l,
nefiy, tenbih, nida, tastik ve îcab,
istisna, hitap, sıla, tefsir, masdar,
tahdîd, takrîb, istikbal, istifham,
şart, vasliyye, ta'lîl, red', te'nîs,
te'kîd, sekt harfleri yer almakta ve
eser, tenvini açıklamakla son
bulmaktadır. Müellif tarafından
haşiyelerle açıklanan bu değerli eser,
büyük boy 79 sayfadan ibaret olup Dimaşk
(Şam) da basılmıştır.
4. Et-Tarsîf fi İlmi't-Tasrîf (التَّرصيف
في علم التَّصريف):
Eserin isminin Türkçe anlamı "Tasrîf/Sarf ilmi ile İlgili
Düzenleme" şeklindedir. Bu da, şerh veya
haşiye değil müstakil özgün bir eserdir.
İsminden de anlaşıldığı üzere Molla
Fahrettin'in bu eseri Sarf ilmi ile
ilgilidir. Arapça'da "Alet İlimleri"
denilen gramer ilimlerinin en
önemlileri, "Nahiv" ve "Sarf" tır. Nahiv
ilminin konusu genelde cümle, Sarf'ın
konusu ise kelime yapısıdır. Cümleler,
kelimelerden oluştuğu için önce
kelimenin öğrenilmesi gerekir.
Dolayısıyla Sarf ilmini öğrenmek, Nahvi
öğrenmekten önce gelir. Bu nedenledir
ki, medreselerde Sarf ilmi, Nahiv
ilminden önce okutulmaktadır. Molla
Fahrettin Efendi de bu eserini sarf
ilmine tahsis etmiştir. Ancak şunu
belirtelim ki müellif bu eserini, eski
medrese sistemi ile yazmış, yeni bir
metod geliştirmemiştir. Fakat müellifin,
değişik kitaplarda dağınık bir şekilde
yer alan bilgileri, büyük ölçüde
derleyerek bu eserde bir araya getirmiş
olması açısından eser büyük önem
taşımakta ve okuyucular için ciddi
kolaylıklar sağlayarak zaman tasarrufu
kazandırmaktadır.
Müellif, tasrifin tarifi ile başladığı bu eserini altı
fasıla (bölüm) ayırmıştır. Birinci faslı
sahih fiile, ikincisini muzaafa,
üçüncüsünü mu'telle, dördüncüsünü ise
mehmûz fiile tahsis etmiş, beşinci
fasılda ism-i zaman ve ism-i mekan,
altıncı fasılda ise ism-i aleti
açıklamıştır. Müellif, eserinde, ism-i
tafdîl ve sıfat-ı müşebbehe gibi
konulara ve fiil çekimlerine yeteri
kadar yer vermemiş, bunları basit bir
şekilde geçiştirmiştir.
Müellifin haşiyelerle donattığı eser, büyük boy 44 sayfadan
ibaret olup basılmış, ancak nerede, ne
zaman ve kimin tarafından basıldığı
belirtilmemiştir. Müellif, emek verdiği
bazı öğrencilerinden vefasızlık görmüş
olacak ki eserin ilk sayfasında anlamlı
iki beyit yazmıştır. Müellif bu
beyitlerle, bazı hatalarını gören
öğrencilerinin, kusurlarını örtmeleri ve
hangi makama gelirlerse gelsinler, hiç
kimseye karşı hiçbir surette vefasızlık
ve nankörlük yapmamaları konusunda
uyarmıştır. Bu beyitler şunlardır:
أعلّمه الرِّمايةَ كلّ يوم * فلمّا
اشتدّ ساعدُه رماني
وكم علّمته نظم القوافي * فلمّا قال
قافية هجاني
"Ona
her gün ok atmayı öğretirim * Ancak
bilekleri güçlenince ilk oku bana attı
Ona
nice kafiyeler öğrettim *
Ancak söylediği ilk kafiye ile beni
kötüledi"
5. El-İstinare fi'l-İstiare (الإستنارة
في الإستعارة):
Eserin isminin Türkçe anlamı "İstiareye dair ışık"
şeklindedir. İstinare, Arapça bir kelime
olup aydınlık, aydınlanmak demektir.
İstiare ise sözlükte ödünç almak, terim
olarak ise, bir kelimeyi, aralarındaki
benzerlik (müşabehet) alakasından dolayı
kendi anlamının dışında başka bir
anlamda kullanmaktır.
Örneğin "bir arslanla yemek yedim"
cümlesinde arslan kelimesinden gaye
bildiğimiz vahşi hayvan değil bir
insandır. Çünkü normalde yemek, arslanla
değil insanla yenir. Burada arslan
kelimesi, cesaret özelliği ile arslana
benzeyen bir insan için kullanılmış yani
bu kelime o insan için sanki ödünç
alınmıştır. İşte istiare dediğimiz
budur. Burada konu ile ilgili olan
birkaç kavramı da kısaca tanımlamakta
yarar vardır:
"Hakikat", bir ifadenin kendi orijinal anlamında, "mecaz"
ise bir ifadenin kendi doğal anlamının
dışında kullanılmasıdır. İstiare,
"Mecaz" ilminin, Mecaz ise "Beyan"
ilminin bir alt bilim dalıdır. "Beyan
İlmi", tek anlamı, açıklık bakımından
farklı olan değişik yollarla ifade
etmektir. Bu ilim üç kısma ayrılır:
Teşbîh (benzetme), Mecaz ve Kinaye
(dolaylı anlatım).
Bu üç kısmın en çok kullanılanı
mecazdır, mecazın da en çok kullanılan
kısmı istiaredir. İstiare bütün dillerde
kullanılan edebî bir ifade tarzıdır.
Özellikle Arap edebiyatında istiarenin
çok önemli bir yeri vardır. Başta
Kur'an-Kerim ve Hadis-i şerifler olmak
üzere İslâmî kaynaklar istiarelerle
doludur. İşte Fahrettin Efendi de bundan
dolayı konumuz olan bu risalesini
istiareye tahsis etmiştir.
Müellif risalesinin başında önce Beyan ilmini tanımlayıp
açıklamakta, ondan sonra teşbihi de
açıkladıktan sonra Hakikat ve mecaz
kavramlarına geçmektedir. Bu bölümde
risalenin esas konusu olan istiareye,
nispeten daha fazla yer veriyor ise de
eserin ismiyle mütenasip tarzda ağırlık
vermemektedir. Her şeye rağmen konunun
ana hatları hakkında kolay anlaşılır bir
üslupla doyurucu bilgiler vermektedir.
Müellif istiareden sonra Beyan ilminin
diğer alt bilim dalı olan kinaye
konusunu kısaca açıklamakta ve
risalesini, mecazı önemini belirten şu
ifadelerle bitirmektedir:
أطبق
العلماء على أن المجاز أبلغ من الحقيقة
وأن الكناية أبلغ من التصريح لأن الإنتقال
فيهما من الملزوم إلى اللازم فهو كدعوى
الشئ ببيّنة. فإذا قلت رأيت أسدا في
الحمّام فكأنك قلت رأيت شجاعا في الحمّام
لأنه كالأسد و إذا قلت: فلان كثير الرماد
فكأنك قلت: فلان جواد لأنه كثير الرماد..
"Alimler, mecazın hakikatten, kinayenin
de açık ifadeden daha belağatli
oldukları konusunda ittifak etmişlerdir.
Çünkü bunlarda zihin, melzumdan lazıma
intikal etmektedir. Bu da, bir şeyi
delil getirerek (delili ile birlikte)
iddia etmek gibidir. Mesela (mecaz
kabilinden) "hamamda bir arslan gördüm"
dediğiniz zaman sanki siz, "hamamda bir
kahraman cesur gördüm çünkü o arslan
gibi idi" demiş oluyorsunuz. Yine siz,
(kinaye kabilinden) "Falan şahıs külü
çok bir kişidir" dediğiniz zaman sanki
siz, "falan şahıs cömerttir çünkü külü
çoktur"
demiş oluyorsunuz.
"El-İstinare fi'l-İstiare" adlı eser küçük boy 28 sayfadan
ibaret bir risaledir. Eser, Muhammed
Nezir el-Halili et-Tûrî tarafından
tashih edilerek 1385/1965 yılında
Dimaşk'ta (Şam) basılmıştır.
6. Îsâğûcî fi'l-Mantık (إيساغوجي
في المنطق):
İsminden de anlaşıldığı üzere Molla Fahrettin'in Îsâğûcî
adlı eseri mantık ilmi ile ilgilidir.
Îsâğûcî kavramı aslında üç kelimeden
meydana gelmiştir. Birincisi, "sen"
anlamındaki "îs"; ikincisi, "ben"
anlamındaki "ağû"; üçüncüsü ise "burada"
anlamındaki "icî". Buna göre Îsâğûcî'nin
toplu anlamı "ben, sen, burada"
şeklindedir. Mantıkçılar sonradan bu
kavramı külliyat-ı hamse yani "nevi' ",
"cins", "fasl", hassa ve "araz-ı amm"
için kullanmışlardır. Tek kelime haline
gelen bu bileşik kavramın mantıkta
kullanılmasının nedeni hakkında değişik
rivayetler vardır. Bazılarına göre
filozoflardan biri, bahsi geçen
külliyat-ı hamseyi Îsâğûcî adında bir
adamın yanına bırakmıştı. Adam, bunları
okuyup inceliyor ancak bir şey
anlayamıyordu. Daha sonra filozof,
adamın yanına gitti ve kendisine "ey
Îsâğûcî!, ey Îsâğûcî!" diye seslenerek
ona külliyatı anlatıyordu. İşte bundan
dolayı bu külliyata Îsâğûcî adı verildi.
Bazılarına göre Îsâğûcî, bu külliyatı
bulup düzenleyen filozofun kendi adıdır.
Diğer bazılarına göre ise Îsâğûcî, beş
yaprağı bulunan bir gülün adıdır. Bu ad,
beş yapraklı güle benzemelerinden dolayı
söz konusu beş külliyata verilmiştir.
Bir kişinin medreselerde icazet almak için mutlaka okuması
ve öğrenmesi gereken bazı ilimler
vardır. Bunlardan biri de Mantıktır.
Mantık, insanın doğru düşünmesini ve
dolayısıyla doğru konuşup yazmasını
sağlayan önemli bir bilim dalıdır. Onun
için Mantık ilmi de, medreselerde sarf
ve nahiv ilimlerinden sonra kolaydan
zora doğru kademeli olarak
okutulmaktadır. Mantığın ilk okutulan
kitabı Îsâğûcî ve şerhi
Muğni't-Tullâb'dır. Genelde öğrenciler,
medreselerde Îsâğûcî kitabını
ezberlerler. Dolayısıyla medrese uleması
bu konuya önem vermiş ve bir çok alim,
Îsâğûcî adı altında eser yazmıştır. Yani
bu isimle eser yazmak, sanki bir gelenek
haline gelmiştir. Örneğin Molla Halil
Siirdî'nin de aynı adla bir eseri
vardır. Hemen her dalda eser yazan Molla
Fahrettin de yine aynı adla bu eserini
telif etmiştir. Bildiğimiz kadarıyla
Molla Fahrettin'in bu eseri aynı adla
yazılan son eserdir. Müellifin, bu
eserinde, daha önce yazılanların
eksiklerini tamamladığını, tenkit
edilecek yönlerinden kaçındığını dikkate
alırsak bu eserin öncekilerden daha
kapsamlı, daha faydalı, daha pratik ve
öğrenilmesi daha kolay olduğunu
söyleyebiliriz.
Müellif, eserin başında "bilgi"nin (ilmin) tanımını yapıp
kısımlarını belirttikten sonra "dilalet"
kavramını, bundan sonra "kavl-i
şarih/tanım, ta'rîf" i ve özelliklerini
açıklamakta, bunun akabinde mantığın
temel konularına geçmektedir. Bunlardan
kadiyye (önerme) ve hükümlerini,
tenakuzu (çelişkiyi), müstevi aksi (düz
döndürmeyi), aksu'n-nakîdi (ters
döndürmeyi), şartiyyatın telazümünü
(Şartlı gerektirmeleri) açıkladıktan
sonra kıyasa, kıyasın kısımlarına ve
kıyasla ilgili hükümlere yer
vermektedir. Burada kıyasın, burhan,
cedel, Hitabet, şiir ve muğalata olmak
üzere beş kısma ayrıldığını, burhanın da
"burhan-ı limmi" ve "burhan-ı inni"
olmak üzere iki çeşit olduğunu
belirtmekte ve risalesini, teberrüken,
Allah'ın yoluna davet mesajını içeren
ayet-i kerimeyi örnek göstererek şu
ifadelerle bitirmektedir:
"والعمدة من الصناعات الخمس البرهان. قيل
في قوله تعالى: "أدع إلى سبيل ربك بالحكمة
والموعظة الحسنة وجادلهم بالتي هي أحسن"
إن الحكمة إشارة إلى البرهان والموعظة
الحسنة إلى الخطابة وجادلهم إلى الجدل.
فيكون كلّ من هذه الثلاثة معتمدا عليه في
الدعوة."
"Yukarıda belirtilen beş edebî sanatın
temel olanı "burhan" dır. Allah
Taâlâ'nın "Rabbinin yoluna hikmet ve
güzel nasihatla çağır ve onlarla
(müşriklerle) en güzel metodla mücadele
et"
mealindeki ayet-i kerimede geçen
"hikmet" ifadesi "burhan" a, "güzel
nasihat" ifadesi "hitabet" e, "onlarla
mücadele et" ifadesi ise "cedel" e
işaret ettiği söylenmiştir. O halde bu
üç metod da Allah'ın yoluna davet
etmekte geçerli yöntemlerdir."
Mantık ilmini ana hatlarıyla ilim erbabının istifadesine
sunan ve son derece faydalı olan Îsâğûcî
risalesi, küçük boy 60 sayfadan
ibarettir. Abdurrahman Erzen el-Findikî
ve Muhammed Nezîr et-Tûrî el-Halîlî,
eserle ilgili birer takriz yazmışlardır.
Ayrıca Muhammed Nezîr el-Halîlî et-Tûrî,
eseri tashîh etmiştir. Müellif
tarafından haşiyelerle açıklanan eser,
1963 yılında Terakki matbaasında
basılmıştır.
7. Risaletu'l-Vad' (رسالة
الوضع):
Vad' da medreselerde okutulan bir bilim dalıdır. Vad',
sözlükte bir şeyi bir yere koymak; terim
olarak ise, "bir şeyi başka bir şey için
(alamet olarak) belirlemektir. Öyle ki
birinci şey bu belirlemeden haberdar
olan kişi tarafından anlaşılınca ikinci
şey de anlaşılır." Söz olsun veya
olmasın birinci şeye "mevzû' ", ikinci
şeye ise "mevzuun leh" denir.
Mesela "Ali" kelimesini belli bir şahıs
için özel isim olarak belirlemek sözel
bir vad' dır. Bu belirlemeden haberi
olan birisi, Ali kelimesini işittiğinde,
hemen bu ismin konulduğu şahsı anlar.
Burada Ali ismi "mevzû'", ismin ifade
ettiğiz şahıs ise "mevzuun leh" tir.
Zamirler, ism-i işaretler, ism-i
mevsuller, ism-i fail ve ism-i mef'uller
de buna kıyaslanabilir. Sözel olmayan
vad'a örnek olarak da bir trafik
işaretini gösterebiliriz. Mesela yoldaki
kırmızı ışık, geçiş yasağının işareti
olarak konmuştur. Bu işaretin bu yasak
için konulduğundan haberdar olan bir
kişi, kırmızı ışığı gördüğü zaman
geçişin yasak olduğunu anlar ve durur.
Burada kırmızı ışık "mevzû' ", geçiş
yasağı ise "mevzûun leh" tir.
Görüldüğü gibi vad' da, bir ilim adamı için öğrenilmesi
gereken bir bilim dalıdır. Onun için her
bilim dalında eser yazmayı hedefleyen
molla Fahrettin, vad' konusunda da bu
eserini yazmıştır. Eser her ne kadar
hacim itibariyle 8 sayfadan ibaret küçük
bir risale ise de bir bilim dalını ana
hatları ile anlattığı için büyük önem
taşımaktadır.
Müellif eserin başında vad'ın sözlük ve terim anlamlarını
belirttikten sonra vad'ın kısımlarını
açıklamaya geçmekte ve burada vad'ın
dört çeşidini zikretmektedir. Buna göre
mevdu' olan şey, özel olarak tasavvur
edilebilecek türden ise, bu vad'
şahsidir, külli bir mefhum ile tasavvur
edilebilecek bir çok lafızlardan
oluşuyorsa, vad' nev'îdir. Mevzuun leh
olan mana da, özel olarak tasavvur
edilebilecek türden ise vad' has (özel),
külli bir mefhum ile tasavvur
edilebilecek cinsten ise, vad' amm
(genel) dır. Müellif bu dört kısmı
belirttikten sonra şahsi ve nev'î vad'
ları da dörder kısma ayırıp bunları
örneklerle açıklamaktadır. Bundan sonra
da altı faydalı hususu maddeler halinde
belirterek risaleye son vermektedir.
Vad' ilminin özetlendiği bu küçük risale de, müellifin diğer
kitap ve risaleleri gibi son derece
önemli ve faydalı bir eserdir. Ancak zor
olan vad' ilminin bu kadar kısa ve öz
bir risalede anlatılması, konuların
anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Her ne
kadar müellif, eserin kapalı yerlerini
haşiyelerle açıklamış ise de bu
açıklamalar yeterli değildir. Eserin
tamamının bir şerhle açıklanması ve
üniversiteler açısından bakire sayılan
bu bilim dalının, akademisyenler
tarafından Türkçeleştirilip akademik
çalışmalarla ciddi ve detaylı bir
şekilde incelenip ilim camiasına
kazandırılması son derece faydalı
olacaktır.
Risalenin elimizdeki nüshası, 8 sayfadan ibaret olup
yukarıda zikrettiğimiz Îsâğûcî'nin
sonuna eklenerek birlikte basılmıştır.
SONUÇ
Doğu ve Güneydoğuda bir çok büyük ilim adamı yetişmiş ancak
bu ilim adamları genelde sadece tedrisat
yapmakla yetinmiş, eser yazmak suretiyle
bilgi ve birikimlerini sonraki nesillere
aktarma cihetine gitmemişlerdir. Bundan
dolayı bu alimlerin bir çoğu unutulmuş,
hizmetleri de sınırlı kalmıştır. Ancak
bunlardan Molla Halil Siirdî ve
çalışmamızın konusu olan Molla Fahrettin
Batmanî, bu geleneğin dışında bir çok
konuda eser yazmışlardır. Molla
Fahrettin, derin ilmi ve takvası ile
bölgedeki bütün ilim adamları arasında
kabul ve saygı görmüş, hepsinin takdir
ve beğenisini kazanmıştır. Savaş,
yoksulluk, baskı ve cezaevi gibi en ağır
koşullarda bile ilmî faaliyetlerinden ve
eser yazmaktan geri kalmayan, büyük ve
uzun vadeli düşünen Bediüzzaman
Hazretleri, Molla Fahrettin Efendi'nin
dikkatini çekmiş ve kendisi de onun
yolunu izleyen talebeleri arasına
girmeyi, kendisine yazdığı bir mektupla
talep etmiştir. Bu iletişim sonucu
olacak ki kendisi de, o zamanki medrese
alimlerinin aksine eser yazma gayreti
içine girmiş ve yazdığı bir çok eserle
ilmini daha kalıcı hale getirmiştir.
Ancak ne yazık ki hayatının en verimli
döneminde, henüz genç sayılabilecek bir
yaşta hayatını kaybetmiştir.
Medreselerin yapısını ve iç yüzünü çok iyi bilen Molla
Fahrettin, medrese öğrenimini daha
verimli hale getirmeyi hedeflemiş ve
öncelikle ihtiyaç duyulan konuları ele
almıştır. Bu nedenle daha ziyade,
medreselerde okutulan klasik ilimlerle
ilgili eserler yazmıştır. Bu eserler,
gerek medrese tahsilini yapan öğrenciler
gerekse onları okutan medrese hocaları
için büyük kolaylıklar sağlamıştır.
Kendisinin yazdığı 11 eserin sadece üç
tanesi halka yönelik konular
hakkındadır. Bunlardan ikisi fıkıhla,
birisi ise tasavvuf şeyhini savunmakla
ilgilidir. Tefsir, hadis ve kelamla
ilgili eserlerine rastlayamadık. Ancak
kendisini yakından tanıyan bir öğrencisi
olarak kendisinde öyle bir enerji
görüyorduk ki, eğer ömrü vefa etseydi
çok önemli konularda eser yazacak ve
Dünya çapında bir ilim adamı olarak
şöhret kazanacaktı. Onun bu durumu,
kendisini yakından tanıyan herkes
tarafından bilinmektedir. Ayrıca kendisi
sadece klasik İslâmî ilimlerle değil
fizik, kimya, matematik gibi modern
bilimlerle de yakından ilgileniyor ve bu
konuların hocalarını hayrette bırakacak
kadar performans gösteriyordu.
İlim ve takvası ile birlikte çağdaş ve ileri görüşlü bir
fikir yapısına sahip olan Molla
Fahrettin, özellikle Diyanet teşkilatına
ve din görevlilerine çok önem veriyor,
ülkenin her tarafına dağılmış bulunan bu
görevlilerin, görevleri ile mütenasip
bir ehliyete sahip olmaları gerektiğini
söylüyor, ileride bu teşkilatta müfettiş
veya daha üst düzey bir yetkili olması
halinde, ehil olmayan hiçbir elemanı
Diyanet camiasında barındırmayacağını ve
Diyanet teşkilatını bunlardan
ayıklayacağını ifade ediyordu.
Kendisine Allah'tan rahmet ve mağfiret diliyoruz.
BİBLİYOGRAFYA :
Şirâzî, Sa'dî, Gülistan, yy.ty.
Ünalan, Abdulkerim, Abdullah Nursi ve Ma'fuvvat adlı eseri.
Beki, Niyazi, Molla Fahrettin'in el-İ'taisam adlı eserinin giriş kısmı.
Molla Fahrettin, el-İstinare fi'l-İstiare, Dimaşk ty.
Molla Fahrettin, Risaletu'l-Vad', yy. 1963 (Îsâğûcî ile birlikte).