Hayatı Mail gönder Tavsiyeler Talebeleri Dilinden Şeyh Fahreddin Resimler Vaaz MP3 indir Hayatı Mail gönder Tavsiyeler Talebeleri Dilinden Şeyh Fahreddin Resimler Vaaz MP3 indir
Eserleri Talebeleri Basından İletişim

MOLLA FAHRETTİN BATMANÎ VE İLMÎ KİŞİLİĞİ

Doç. Dr. Abdulkerim ÜNALAN


GİRİŞ:

Yakın tarihe kadar Doğu ve Güneydoğu medreselerinde son derece ciddi ve disiplinli bir tedrisat yapılıyordu. Bu ciddi tedrisatın neticesinde büyük ilim adamları yetişmiş, bunlar da medreseler kurarak bu medreselerde büyük ilim adamları yetiştirmeye devam etmiştir.  Bu bilim adamlarının en ileri gelenlerinden biri de çalışmamızın konusu olan Molla Fahrettin Efendi'dir. Öncelikle şunu ifade edelim ki, Doğu ve Güneydoğu alimleri genelde, sadece tedrisatla uğraşmış, eser telif ederek ilimlerini sonraki nesillere aktarmayı ihmal etmişlerdir. Dolayısıyla bu değerli âlimler, kısa sürede unutulmuş veya sınırlı bilgilerle tanınmışlardır. Eğer İbrahim Hakkı hazretleri, Dünya'da evrensel bir kişilik kazanmışsa bu, yazdığı eserler sayesindedir. Şayet kendisi de sahip olduğu derin bilgilerini, özellikle güncelliğini ve önemini kaybetmeyen astronomi, tasavvuf gibi bilimlerle ilgili tecrübelerini yazıya döküp kayıt altına almasaydı, hem bu bilgilerden kimse yararlanamaz hem kendisi de bu şöhrete kavuşamazdı. Yani bilgiyi kalıcı hale getiren unsur, yazıdır. Bir şair bu konuyu şu kısa beyitle dile getirmiştir:

العلم صيد والكتابة قيده * قيّد صـيودك بالحبال الواثقة

"İlim bir av, yazmak ise onun kelepçesidir * O halde avlarını sağlam iplerle bağla"

Daha verimli bir sadaka-i cariye şeklini alması, canlılığını koruması ve yararlananların dualarını kazanması açısından da ilmin yazıya dökülmesinin son derece önemli olduğunu düşünen Sa'dî Şîrâzî de, Gülistan adlı eserini yazarken bu konuyu şu şekilde dile getirmektedir:

    بماند سالها إين نظم و ترتيب    * زما هر ذرّة خاك أفتاده جاي                

              غرض نقشيست كز ما باز ماند  *    كه هستيرا نمي يابم بقائي      

مكر صاحب دلي روزي برحمة *  كند بر كار درويشان دعائي              

Düzenleyip tertip ettiğimiz bu eser, Bizden sonra yıllarca kalacaktır

Bizim her zerremiz toprak olup bir yerde (çürümüş) olacaktır

Gayemiz bizden sonra bir nakşın kalmasıdır

Zira kemiklerin (canın)kalıcı bir yönünü göremiyorum  

Umulur ki bir gönül ehli bir gün

(Biz) dervişlere, yaptıkları iş için rahmetle dua edecektir"[1]

Şuna inanıyoruz ki, doğu ve güneydoğu bölgelerinde Molla Halil, Molla Fahrettin efendi gibi İbrahim Hakkı hazretleri seviyesinde nice âlimler yetişmiştir. Ancak bu âlimler ilimlerini yazıya dökmedikleri ve sahipsiz oldukları için tarihin derinliklerinde unutulup gitmişlerdir. Buna örnek olarak büyük müdakkik Molla Abdulvahhab Derizbinî, Molla Hüseyin Kiçik, Molla Sadreddin, Molla Muhammed Arapkendî, Seyyid Hasan Girikî, Molla Muhammed Zivingî, Molla Hasan Tilmizi, Molla Muhyiddin Havelî, Molla Abdurrahman Şavirî ve Seyda Hacı Fettah gibi büyük dahileri sayabiliriz. Bu âlimlerin çoğu ya hiç eser yazmamış ya da çok sınırlı sayıda yazmıştır. Ancak Molla Halil Siirdî ve Molla Fahrettin Batmani gibi bazı müdakkik alimler, tedrisatla birlikte, birçok konuda değerli eserler de yazmışlar ve böylece daha faydalı, daha verimli ve daha kalıcı bir miras bırakmışlardır. Biz bu çalışmamızda, Molla Fahrettin Efendi ve eserlerini, hak ettiği şekilde olmazsa bile,  kısaca tanıtmaya çalışacağız. Şunu da hatırlatalım ki, isminden de anlaşıldığı üzere bildirimizi sunduğumuz bu sempozyum, Siirt uleması ile ilgilidir. Molla Fahrettin Efendi ise Batmanlı olmakla tanınmıştır. Ancak bilindiği gibi Batman,  Molla Fahrettin Efendi'nin yaşadığı dönemde, Siirt iline bağlı bir ilçe idi. Bu vesile ile, yanında okuma şerefine nail olup ilmi icazet almış bir öğrencisi olarak  biz de Molla Fahrettin Efendi gibi değerli bir alimi, Siirt uleması ile ilgili uluslararası bu sempozyumda gündeme getirmeyi, bir nebze de olsa kendisini tanıtmayı  bir vefa borcu olarak telakki ettik. Diğer bilim adamlarının da sempozyum ve benzeri etkinliklerle tanıtılıp ilmi kişiliklerinin ortaya konmasını umut ediyoruz.   

         I. MOLLA FAHRETTİN BATMANÎ'NİN HAYATI VE İLMÎ KİŞİLİĞİ

Molla Fahrettin, 1328/1910 yılında, Mardin iline bağlı Midyat ilçesinin Arnas köyünde doğmuştur Babasının adı Molla Abdullah'tır. Kendisi her ne kadar aslen Mardinli ise de son olarak Batman'da kaldığı ve ilmî faaliyetlerinin parlak dönemini burada geçirdiği için "Batmanlı" olarak kabul edilmektedir. Tıpkı, Hizan'lı olduğu halde Siirt'li olarak tanınan Molla Halil efendi gibi. Molla Fahrettin, bölgede ilim ve faziletle tanınan ve "Seyyid" olarak tanımlanan soylu bir ailedendir. Soyu Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin'e dayanmaktadır.

Molla Fahrettin, henüz yedi yaşına varmadan babasının vefatı üzerine yetim kaldı. Babasının vefatından sonra onun yetişmesi ile fedakâr validesi ilgilendi. O'nu Kur'an-ı Kerim'i öğrenmesi ve ilim yolunda ilk adımı atması için kendisini köy imamına gönderdi. Akranlarına göre üstün performans gösteren Molla Fahrettin, henüz altı yaşında iken Kur'ân-ı Kerim'i hatmetti ve İslâmî ilimleri okumaya başladı. 14 yaşında iken, halen Batman iline bağlı olan Beşiri bölgesine gitti. Kader-i ilahî Molla Fahrettin'e, ilim belağat ve güzel ahlakla tanınan ve bölgede herkes tarafından sevilip sayılan Molla Hasan Tilmizî'ye öğrenci olmayı nasip etti. Molla Hasan, bölgede herkes tarafından tanınan ve Silvan'da ikamet eden meşhur alim, fakih ve mutasavvıf Molla Hüseyn-i Kiçik'in talebelerinden ve ondan icazet alma şerefine nail olan simalardan biri idi. Molla Hüseyin Kiçik, öyle büyük bir alim idi ki ona talebe olmak alimler arasında bir iftihar vesilesi idi.

Molla Fahrettin, hocası Molla Hasan Tilmizî'nin yanında öğrenimini tamamlayıp kendisinden ilmî icazet aldıktan sonra onun köyüne yakın Bileyder köyünde imamlık yapmaya başladı. Burada aynı zamanda hem müderrislik yapıyor hem de hocası ile irtibatını devam ettirerek eksik kalan bilgilerini tamamlıyordu. Bir süre sonra buradan "Basork" adındaki köye yine imam olarak gitti. Burada köyün büyüğü olan Hacı Osman ağa, onun isteği üzerine camiin yanında bir medrese inşa etti. Kendisi, uzun yıllar bu medresede ders vererek çok sayıda talebe yetiştirdi. Talebelerine karşı son derece şefkatliydi ve bir arkadaş gibi davranıyordu. Kendisi o kadar mütevazi idi ki, onu talebeler arasında görenler, ilk etapta kimin talebe kimin hoca olduğunu fark edemiyordu. Uzak bölgelerden, özellikle Batı Anadolu'dan gelen talebelere medresede yer verir ve onlara özel ihtimam gösterirdi. Talebelerin tedrisatı yanında sosyal hayatları ve özel durumları ile de ilgileniyor ve talebelerininher yönden mükemmel insan olmalarına çaba harcıyordu. Öyle ki talebelerine ait güzel bulmadığı isimleri sünnete uygun güzel isimlerle değiştiriyor ve bu isimlerle onlara hitap etmek istiyordu. Mesela İskan ismini Abdurrahman; Ferzende ismini de Ahmed olarak değiştirmişti. İsimleri değiştirilen bu zatlar halen bu yeni isimleri ile anılmaktadırlar.

Molla Fahrettin efend, yaşı ilerleyince seyr-ü sülûka yöneldi ve Güneydoğunun güneybatısındaki Cizre (Ceziratu İbn Ömer) ilçesinde ikamet eden ilim ve takva sahibi meşhur Nakşibendî şeyhi Şeyh Muhammed Said Seyda'nın yanına giderek seyr-ü sülûkta ona intisap etti. 1955 yılında ondan halifelik aldı. Bundan sonra artık bölgede ilim tedrisatı yanında irşad faaliyetlerini de yürüttü. Artık kendisi "Şeyh Fahrettin" olarak tanımlanıyordu. Bu arada Üstaz Bediuzzaman Said Nursî'nin kitaplarını (Nur Risalelerini)  okudu ve onlardan çok etkilendi. Bunun üzerine Bediuzzaman hazretlerine bir mektup yazarak kendisini de talebeleri arasında kabulünü talep etti. Bediuzzaman da ona bir mektupla cevap vererek muvaffakiyeti için dua etti. Bilindiği gibi Bediüzzaman büyük düşünüyor ve uzun vadede Dünya'ya hitap edecek Nur Risalelerini yazıyordu. Molla Fahrettin'in de Bediüzzaman'dan etkilenmesi neticesi eser yazmaya başladığı kanaatindeyiz.

Molla Fahrettin'in de, büyük bir azim taşıdığını, zihninde büyük projeler olduğunu bizzat müşahade ettik. Zira bu sırada modern ilimleri de okumaya başladı. Aynı zamanda bu ilimleri tahsil etmeleri konusunda talebelerini de teşvik ediyordu. Molla Fahrettin, sahip olduğu azim ve kararlılığın saikiyle Diyarbakır İmam Hatip lisesi sınavlarına dışardan girerek bu okuldan mezun oldu. Sınavlarda gösterdiği olağanüstü başarı, hocaları hayretler içerisinde bırakıyordu. Hatta cebir ve matematik öğretmenleri, "sanki cebir ve matematik bilimleri bu hoca tarafından keşfedilmiş" diyerek hayretlerini gizleyemiyorlar ve Molla Fahrettin'in kendilerinden daha iyi bu bilimlere vâkıf olduğunu ifade ediyorlardı. Molla Fahrettin, İmam-Hatipten mezun olduktan sonra Batman Ulu Camiinde resmi imam-hatiplik ve aynı zamanda vaizlik yaptı. Vaazlarının halkın üzerinde büyük etki yaptığını, kendisinin özellikle Batman'ın muhafazakar yapısında ciddi tesiri olan manevi dinamiklerinden olduğunu söyleyebiliriz. Ancak daha rahat bir şekilde hareket etmek amacıyla, kısa bir süre sonra bütün resmi görevlerinden ayrılarak kendisini tamamen irşad ve tedrisat faaliyetlerine verdi. Bu faaliyetlerini o zaman Siirt'in bir ilçesi olan Batman şehir merkezindeki 'Hacı Şirin Camii"nde yürütüyordu. Burada öğrencilerin iaşe ve ibate masrafları, büyük ölçüde camii kendi adı ile kendi arazisi üzerine yaptıran Hacı Şirin tarafından karşılanıyordu. Bizzat kendim de, o dönemde Molla Fahrettin'in yanında okudum ve 1971 yılında, bu camide kendisinden icazet alma şerefine nailoldum. Aynı zamanda Seyit yani Hz. Peygamber S.A.V. soyundan olan hocam Fahrettin efendi, sosyal ve irşad amaçlı faaliyetlerini bir kenara bırakırsak,   adeta bir uzlet hayatı yaşıyordu. Batman halkının anlattığına göre burada kaldığı yaklaşık 20 yıl zarfında çarşı ve pazara pek gitmemiş, genellikle evi ile cami ve medrese arasında devam eden bir hayat yaşamıştır. İlginçtir ki kendisi, camiye giderken yol üzerinde karşılaştığı 5-6 yaşındaki çocuklar, etrafında toplanıp ona büyük ilgi gösteriyorlardı.

Molla Fahrettin, son derece zeki, ifade kabiliyeti güçlü, fasîh ve belîğ bir şahsiyetti. Kuvve-i hafızası da son derece güçlüydü. Öyle ki, birçok talebesinin müşahedesiyle, bir kitabın herhangi bir sayfasını tek okuyuşta noksansız hıfzediyordu. Ayrıca özel bir çalışma yapmadan Kur'an-ı Kerim'in tamamını hıfzetmişti. Kıraet hocalarından ders almamasına rağmen mükemmel bir kıraati vardı. Yine özel meşk (hatt sanatını öğrenme) yapmadığı halde son derece güzel bir hattı da vardı. Aynı zamanda Peygamber soyuna layık bir izzet-i nefse sahip onurlu bir insandı. Belki de cömertliği ve misafirperverliği de bu asil soyundan kaynaklanıyordu. Ayrıca ağırbaşlı ve vakarlı duruşu ile herkesin dikkatini çekiyor, kendisini gören herkeste büyük bir ilim adamı olduğu intibaını bırakıyordu. Bu mümtaz kişiliği ile bölgede, sadece halk kesimi tarafından değil aynı zamanda ilim çevresince de büyük ilgi ve saygı görüyordu. Bu saygın kişiliğini halkın huzur ve sükunu için kullanıyor, Bölgede aileler ve aşiretler arasındaki anlaşmazlıklara müdahele ederek onları barıştırıyor, böylece cinayetlerin,fitne ve fesadın meydana gelmesini önlüyordu. Örneğin tasavvuf üstadı Şeyh Seyda hazretlerinin de  tavsiyesi üzerine gittiği Siirt'in Pervari ilçesinin yaylasında kalan Davudi aşireti göçerleri arasında eskiden beri devam eden düşmanlık ve ihtilaflar, onun çabasıyla kısa zamanda bertaraf oldu. Orası ile alakası devam ettiği yıllarda huzur ve sükun da devam etti. Ayrıca Batman'da Raman ve Alikan aşiretleri arasında gerçekleştirdiği sulh ve barışı zikredebiliriz. Bu iki büyük aşiret arasında barışı gerçekleştirmek suretiyle bir çok muhtemel cinayet ve ölümlerin önüne geçti. Bu hadiseden dolayı halk arasındaki itibarı bir kat daha artmıştı.

Manevi kişiliğine paralel olarak fizikî yapısı ile de dikkat çekecek kadar farklı bir yapıya sahipti. Takriben 1.85 - 1.90 metre boyunda, halk tabiri ile sahabe tipi bir insandı. Hatta kendisi uzun boyluluğu ile ilgili bize şu anekdotu anlatmıştı: "Bir kere hac esnasında, Mina'da cemaatle namaz kılmak için saf tutmuştuk. Ben imamlık yapmak için ön tarafta durmuştum. Başımda, tepesinde püskül bulunan bir külah bulunuyordu. Tam niyet edeceğim sırada, birisi dişleri ile başımdaki külahın püskülünden tutarak, görebileceğim şekilde başımın ön tarafında külahı salladıktan sonra tekrar başımın üzerine koydu. Arkama baktım benden hayli uzun boylu bir zenci gördüm ve son derece şaşırdım. Zira dişleri ile başımdaki külahın püskülünü tutabilecek kadar uzun boylu idi. Kendisi, bu hareketi ile benden de uzun insanların olduğunu göstermek istemişti." 

Halk arasında son derece itibarı olan ve çok sayıda talebe yetiştiren ileri görüşlü alim ve mutasavvıf  Molla Fahrettin Efendi, ne yazık ki tasarladığı büyük projelerini tamamlayamadan, Batman'da, 1 ŞUBAT 1972 tarihinde, 62 yaşında hakkın rahmetine kavuştu. Batman iline yakın "Korik" köyünde annesinin yanına defnedildi. Kendisi için Allah'tan rahmet diliyoruz.

Molla Fahrettin, pek çok İslâmî ilim dalında eser yazmayı hedefliyordu. Ancak ömrü buna kafi gelmedi. Yine de bir çok konuda eser yazdığını görüyoruz. Bu eserlerden 11 tanesine vakıf olduk.  Vakıf olduğumuz eserleri şunlardır:

 1. El-İ'tisam Haşiyetu Şerhi'l-İsam Ale'l-Ferideti fi'l-Beyan.

 2. Keşfu'l-Ğıta Haşiyetu İmtihani'l-Ezkiya.

 3. Durretu's-Sadef fi Beyani Asnafi'l-Harf.

 4. Et-Tarsîf fi İlmi't-Tasrîf.

 5. El-İstinare fi İlmi'l-İstiare.

 6. Îsâğûcî fi'l-Mantık.

 7. Risaletu'l-vad'.

 8. El-Kavlu's-Sedîd fi Beyani Hukmi's-Saydi Bi'l-Bundukati'l- Muttehazeti Mine'l-Hadîd.

 9. Miftahu'l-Cenne fi Ezkari'l-Kitabi ve's-Sunne.

10. Zu'l-Fikaru'l-Hayderî fi'd-difai Ani'ş-Şeyh Seyda el-Cezerî.

11. Cuma Günü ve Cuma Namazı.

İsimlerinden de anlaşıldığı gibi sonuncu eserinin dışındakiler Arapçadır. Bu eserlerden ulaşabildiğimiz yedi tanesini kısaca tanıtacağız. Tebliğlerin basımından önce diğer eserleri hakkında bilgi edindiğimiz takdirde bunları da ilave etmeye çalışacağız.  Konunun daha iyi anlaşılması için eserlerin tanıtımına geçmeden önce klasik kitap türlerini kısaca tanımlamakta yarar görüyoruz:

Klasik Arapça kitapları üç kısma ayırabiliriz:

1) Metinler: Bunlar, konuları özet halinde ele alan eserlerdir. Metinler genellikle açıklamaya muhtaç kapalı eserlerdir. Ayrıca şerh veya haşiyelerle açıklanan her kitap için de metin kavramı kullanılır.

2) Şerhler: Bunlar, bir metni açıklayan ve metnin tamamını kapsayan eserlerdir. Yani bir şerh incelendiğinde onun içinde metnin tamamını bulabiliriz  

3) Haşiyeler: Bunlar ilgili oldukları eserin (metin, şerh veya ikisi birden) tamamını değil, sadece kapalı yerlerini açıklayan eserlerdir. Haşiyelerin içinde metnin tamamı bulunmamaktadır.            

Bunlara Şafii fıkhından şu örnekleri verebiliriz: İmam Nevevi'nin yazdığı "Minhacu't-Tâlibîn" bir metin, Hayruddin er-Remlî'nin yazdığı "Nihayetu'l-Muhtac" onun şerhi, Nuruddin Ali b. Ali eş-Şebramelsi'nin eseri ise adı geçen şerhin haşiyesidir. Hanefi fıkhından da şu örneği verebiliriz: Timurtaşî'nin yazdığı "Tenvîru'l-Absâr" bir metin, Haskafî'nin yazdığı "ed-Durru'l-Muhtâr" onun şerhi, İbn Abidin'in yazdığı Raddu'l-Muhtar ise bu şerhin haşiyesidir. Molla Fahrettin'in yazdığı eserlerin bir kısmı metin yani müstakil, bir kısmı ise haşiyedir. Bu açıklamadan sonra şimdi bu eserleri kısaca tanıtmaya çalışalım:

1. El-İ'tisam Haşiyetu Şerhi'l-İsam Ale'l-Ferideti fi'l-Beyan (الإعتصام حاشية شرح العصام على الفريدة في البيان):

Beyan, belagatla ilgili bir bilim dalıdır. "El-Feride", bu bilimle ilgili olan ve medreselerde okunan bir metin kitabıdır. Asıl adı İbrahim ve lakabı İsamuddin[2] olan meşhur alim, el-feride adlı metin ile ilgili "Şerhu'l-İsam ale'l-Feride" adlı bir eser yazmıştır. İsamuddin lakaplı büyük alim, medreselerde, anlaşılması zor eserleri yazmakla tanınmaktadır. Hatta bazı ibareleri tıpkı bilmeceler gibidir. Anlaşılmaları zor olmaları nedeniyle İsam'ın eserlerinden yeteri kadar yararlanılamamaktadır. Diğer bir ifade ile bu eserlerden ancak ilim ve zekasıyla ayrı bir hususiyet gösteren zatlar yararlanabilmektedir. İşte Molla Fahrettin, yazdığı bu eserle İsam'a ait şerhin zor yerlerini açıklayarak daha geniş bir kitlenin eserden yararlanmasını sağlamıştır.

Molla Fahrettin'in El-İ'tisam adlı eseri, müstakil olmayıp İsamuddin'e ait şerhin haşiyesi, bu eser de el-Feride'nin şerhi olduğundan bu üç eseri birlikte değerlendirmek durumundayız. Bu üç eserin özünü, metin olan el-Feride teşkil etmektedir. Bu eser, üç bölümden ibarettir. Bölümlerden sonra iki tane mebhas bulunmaktadır. Bölüm başlıkları, diğer benzer eserler gibi "kısım", "bab", gibi kavramlarla değil gerdanlık anlamındaki "ikd" kavramı ile ifade edilmiştir. Eser üç ikd ve iki mebhastan ibarettir. Her ikdin bünyesinde de inci anlamındaki "el-Feride" ile ifade edilen alt başlıklar bulunmaktadır. Birinci ikd (gerdanlık) mecazın çeşitleri ile ilgili olup altı feride (inci) den ibarettir. İkinci ikd, "istiare bi'l-kinaye" manasını tahkik ile ilgili olup dört ferideyi kapsamakta, üçüncü ikd ise "istiare bi'l-kinaye" nin karinesi ve buna ilave olarak "muşebbeh bih" in mülayematı ile ilgilidir ve bünyesinde beş feride yer almaktadır.  Mebhaslara gelince, birincisi "mecaz-ı mürsel"in terşîhi, ikincisi ise "mecaz-ı aklî" ve "teşbîh" in teşrîhi hakkındadır. Çalışmamızın sınırlarını aşacağı için bu ilmî kavramları tek tek açıklama imkanımız bulunmamaktadır.

Molla Fahrettin'in "el-İ'tisam" adlı bu değerli eseri, müellifin oğlu Abdurrahim ile müellifin öğrencilerinden Muhammed Tahir es-Sadık tarafından tahkik edilmiş, tanınmış ilim adamlarından Halil Gönenç de eserle ilgili bir takriz yazmıştır. Eser büyük boy 254 sayfadan ibaret olup 1423/2006 tarihinde İstanbul'da Hanefiyye kitabevi tarafından basılarak ilim erbabının istifadesine sunulmuştur. Eser, Beyan ilmini öğrenmek ve incelemek isteyenler için son derece faydalı bir kaynaktır.   

2. Keşfu'l-Ğıta Haşiyetu İmtihani'l-Ezkiya (كشف الغطاء حاشية امتحان الأذكياء):

İsminden de anlaşıldığı gibi bu eser, "İmtihani'l-Ezkiya" adlı eserin haşiyesidir. "Zekileri İmtihan Etmek" anlamındaki "İmtihani'l-Ezkiya", Nahiv ilmi ile ilgili olup  meşhur Osmanlı ulemasından olan ve "Birgivî" lakabı ile tanınan Muhammed b. Pîr Ali (929-981/1523-1573) nin, Kadı Beyzavî'ye ait "Lubabu'l-Elbâb" adlı eser üzerine yazdığı bir şerhtir. "Lubabu'l-Elbâb" ise, İbn Hacib (646/1248) tarafından telif edilen meşhur nahiv kitabı "el-Kafiye"nin özetidir. "İmtihani'l-Ezkiya", özetin özeti niteliğindeki "Lubabu'l-Elbâb" ı açıklamakta, gereken bilgileri ilave etmekte, örnekler vererek konuyu zenginleştirmekte, böylece anlaşılması zor olan bu eserin daha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır.  Ancak imam Birgivî, eserlerini genelde çekici ve kolay anlaşılır bir üslupla yazdığı halde bu eserin bir çok yerinde bu ilkesini bozmuş ve eserin ismine uygun olarak zekasıyla temayüz etmiş olanları imtihan edercesine derin konulara değinmiş ve bu konuları da anlaşılması zor ibarelerle ifade etmiştir. Hatta medreselerde, belli seviyeye gelmiş ilim talebeleri, "İmtihani'l-Ezkiya"daki bu zor yerleri belirleyerek yeri geldikçe rakiplerine soruyor ve onları susturarak kendilerine üstünlük sağlamaya çalışıyorlardı. "İmtihani'l-Ezkiya" nın o kadar zor ibareleri vardır ki her hoca bu ibareleri çözemiyor ve okutamıyordu. Bu eseri, ancak molla Fahrettin gibi belli başlı alimler okutabiliyordu. İşte Molla Fahrettin "Keşfu'l-Ğıta" yani perdeyi kaldıran adını verdiği eserini yazarak "İmtihani'l-Ezkiya" nın zor yerlerini açıklamış, böylece eserden yararlanılmayı kolay hale getirmiştir.  Nitekim kendisi eserin başında şunları söylemektedir:

"هذا ما اشتدّت إليه حاجة المتفهمين لامتحان الأذكياء من حواش نفيسة تكشف عنه الغطاء فتراه العيون حتى العين العوراء وتدني ثمراته فتناوله الأيدي حتى اليد الشلاّء"

"İşte bunlar, İmtihanu'l-Ezkiya" yı anlamak isteyenlerin şiddetle ihtiyaç duydukları nefis haşiyelerdir. Bunlar, adı geçen eserden perdeyi öyle kaldırıyor ki artık onu kör olanlar dahil bütün gözler görebilir, meyvelerini öyle yaklaştırıyor ki felç olanlar dahil bütün eller onlara ulaşabilir"[3]

  "Keşfu'l-Ğıta" da, müstakil bir eser değil haşiye olduğu için onu da "İmtihanu'l-Ezkiya" ve "Lubbu'l-Elbab" ile birlikte bir bütün olarak değerlendirmek gerekir. Bu eserler bir bütün olarak hemen hemen nahvin bütün konularını içermektedir. Kelimenin tanımı ile başlayan eser, fiil ve ismin özelliklerini, i'rab çeşitlerini, marfuât ve mansubât kısımlarını ihtiva etmekte "nida" konusunu açıklamakla son bulmaktadır. Molla Fahrettin, rabbinin ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ  nidasına uyarak dar-ı bekaya irtihal ettiği için yazdığı son konu başlığı da Münada olmuştur.

Eserin başında İstanbul İlahiyat Fakültesi Arapça Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Turan Arslan'ın İmtihanu'l-Ezkiya ve haşiyeleri ile ilgili bir değerlendirmesi ile Yahya Abdurrahman el-Abbasi'nin "Keşfu'l-Ğıta" ile ilgili bir takrizi bulunmaktadır. Eser, büyük boy 436 sayfadan ibaret olup 2006 yılında İstanbul'da basılmıştır.

3. Durretu's-Sadef fi Beyani Asnafi'l-Harf (درّة الصدف في بيان أصناف الحرف):

Bu eser, şerh veya haşiye değil özgün bir eserdir. Eserin adının anlamı, "Harf  Çeşitlerine Dair Sedef İncisi" şeklindedir. Adından da anlaşıldığı gibi eser, harf çeşitlerini açıklamakla ilgilidir. Belki ilk bakışta, sadece harflerle ilgili bir eser yazmak insana tuhaf gelebilir. Dolayısıyla bu eserin önemini ve Molla Fahrettin'in, neden sadece harfleri konu alan müstakil bir eser yazdığını anlamak için Arapça'daki "harf" kavramını açıklamak gerekir:

Arapça dışındaki dillerde "Harf" kavramı, sadece bildiğimiz hece harfleri için kullanılır. Bunlar, kelimeyi oluşturan harflerdir. Örneğin "kitap" kelimesindeki "k" harfi bir hece harfidir. Arapça'da ise harfler, "hece harfleri" ve "maânî harfleri" olmak üzere iki kısma ayrılır. Hece harfleri, yine kelimeyi oluşturan harflerden ibarettir. Bunlar 29 harftir. Hece harfleri, bir anlam ifade etmemekte sadece kelimeleri oluşturmaya yaramakta, dolayısıyla bunların sadece mahreçleri üzerinde durulmaktadır. Maâni harflerine gelince bunlar, Arapça'ya mahsus olan harflerdir. Bu harfler Arapça'nın dışındaki dillerde bulunmamakta ya da harf değil başka kavramlarla ifade edilmektedir.

 Arapça'da kelime üç kısma ayrılmaktadır. Birincisi kendi başına bir anlam ifade eden ve zaman bildirmeyen kelimedir ki buna "isim" denir. İkincisi, kendi başına bir anlam ifade edip aynı zamanda zaman bildiren kelimedir ki buna "fiil" adı verilir. Üçüncüsü ise bir anlam ifade eden ancak bu anlamı ifade edebilmesi için isim veya fiil ile kullanılması gereken, diğer bir ifade ile isim veya fiilin içindeki bir anlamı ifade eden kelimedir. İşte bu tür kelimelere "Maânî Harfleri" denir. Maâni harfleri, tek hece harfinden oluşabildiği gibi birden fazla hece harfinden de oluşabilmektedir. Örneğin كتبتُ بالقلم  (kalem ile yazdım) ifadesinde القلم in başındaki (ب), tek hece harfinden ibaret olan bir maâni harfi olup Türkçe'deki "ile" anlamını taşımaktadır. جلستُ في البيت (evde oturdum) deki في, iki hece harfinden oluşan ve Türkçe'deki "de, da" anlamını taşıyan bir maâni harfidir. Üç hece hafinden oluşan muhakkak anlamındaki  ّإن, beş harften oluşan "fakat, ancak" anlamındaki لكنّ de birer maânî harfidir. Kendi başlarına bağımsız olarak kullanılamayan ve bir anlam ifade etmeyen maânî harflerinin bazıları sadece isim ile, bazıları sadece fiil ile, bazıları ise hem isim hem fiil ile kullanılmakta ve kullanıldıkları kelimeye önemli anlamlar katmaktadır.

Maânî harflerinin her biri farklı bir anlam taşımakta, bazıları ise, birkaç anlamda kullanılmaktadır. Bu itibarla maânî harfleri Arapça'da son derece önemli bir yer işgal etmektedir. Ancak bu harfler, önemli oldukları kadar da karmaşıktırlar. İşte Molla Fahrettin, son derece önemli ancak bir o kadar da karmaşık olan bu harflerle ilgili müstakil bir eser yazma ve bunları detaylı bir şekilde açıklama ihtiyacını duymuştur. Büyük bir araştırma ve emeğin ürünü olan bu değerli eserin, ilahiyat fakülteleri ve İmam-Hatip liselerinde ders kitabı olarak okutulmasının yararlı olacağına inanıyoruz.

Sadece maânî harflerini inceleyen bu eserde, bazıları ihtilaflı olmakla birlikte 1001 harf 24 grup şeklinde zikredilmiştir. Ancak bazen aynı harf birden fazla grup içerisinde geçmektedir ki bu durumu dikkate aldığımızda belirttiğimiz 101 rakamı şekil olarak daha az bir sayıya düşmektedir. Mesela vav (و) harfi hem cerr hem atıf harfi olarak geçmektedir.

"İzafe Harfleri/cerr harfleri" ni açıklayarak başlayan eserde, sırasıyla Muşebbehun bil'l-fi'l, nefiy, tenbih, nida, tastik ve îcab, istisna, hitap, sıla, tefsir, masdar, tahdîd, takrîb, istikbal, istifham, şart, vasliyye, ta'lîl, red', te'nîs, te'kîd, sekt harfleri yer almakta ve eser,  tenvini açıklamakla son bulmaktadır. Müellif tarafından haşiyelerle açıklanan bu değerli eser, büyük boy 79 sayfadan ibaret olup Dimaşk (Şam) da  basılmıştır.

4. Et-Tarsîf fi İlmi't-Tasrîf (التَّرصيف في علم التَّصريف):

Eserin isminin Türkçe anlamı "Tasrîf/Sarf ilmi ile İlgili Düzenleme" şeklindedir. Bu da, şerh veya haşiye değil müstakil özgün bir eserdir. İsminden de anlaşıldığı üzere Molla Fahrettin'in bu eseri Sarf ilmi ile ilgilidir. Arapça'da "Alet İlimleri" denilen gramer ilimlerinin en önemlileri, "Nahiv" ve "Sarf" tır. Nahiv ilminin konusu genelde cümle, Sarf'ın konusu ise kelime yapısıdır. Cümleler, kelimelerden oluştuğu için önce kelimenin öğrenilmesi gerekir. Dolayısıyla Sarf ilmini öğrenmek, Nahvi öğrenmekten önce gelir. Bu nedenledir ki, medreselerde Sarf ilmi, Nahiv ilminden önce okutulmaktadır.  Molla Fahrettin Efendi de bu eserini sarf ilmine tahsis etmiştir. Ancak şunu belirtelim ki müellif bu eserini, eski medrese sistemi ile yazmış, yeni bir metod geliştirmemiştir. Fakat müellifin, değişik kitaplarda dağınık bir şekilde yer alan bilgileri, büyük ölçüde derleyerek bu eserde bir araya getirmiş olması açısından eser büyük önem taşımakta ve okuyucular için ciddi kolaylıklar sağlayarak zaman tasarrufu kazandırmaktadır.

Müellif, tasrifin tarifi ile başladığı bu eserini altı fasıla (bölüm) ayırmıştır. Birinci faslı sahih fiile, ikincisini muzaafa, üçüncüsünü mu'telle, dördüncüsünü ise mehmûz fiile tahsis etmiş, beşinci fasılda ism-i zaman ve ism-i mekan, altıncı fasılda ise ism-i aleti açıklamıştır. Müellif, eserinde, ism-i tafdîl ve sıfat-ı müşebbehe gibi konulara ve fiil çekimlerine yeteri kadar yer vermemiş, bunları basit bir şekilde geçiştirmiştir.

 Müellifin haşiyelerle donattığı eser, büyük boy 44 sayfadan ibaret olup basılmış, ancak nerede, ne zaman ve kimin tarafından basıldığı belirtilmemiştir. Müellif, emek verdiği bazı öğrencilerinden vefasızlık görmüş olacak ki eserin ilk sayfasında anlamlı iki beyit yazmıştır. Müellif bu beyitlerle, bazı hatalarını gören öğrencilerinin, kusurlarını örtmeleri ve hangi makama gelirlerse gelsinler, hiç kimseye karşı  hiçbir surette vefasızlık ve nankörlük yapmamaları konusunda uyarmıştır. Bu beyitler şunlardır:

أعلّمه الرِّمايةَ كلّ يوم    *   فلمّا اشتدّ ساعدُه رماني

وكم علّمته نظم القوافي  *   فلمّا قال قافية هجاني

"Ona her gün ok atmayı     öğretirim * Ancak bilekleri güçlenince ilk oku bana attı

Ona nice kafiyeler öğrettim              * Ancak söylediği ilk kafiye ile beni kötüledi"

5. El-İstinare fi'l-İstiare (الإستنارة في الإستعارة):

Eserin isminin Türkçe anlamı "İstiareye dair ışık" şeklindedir. İstinare, Arapça bir kelime olup aydınlık, aydınlanmak demektir.  İstiare ise sözlükte ödünç almak, terim olarak ise, bir kelimeyi, aralarındaki benzerlik (müşabehet) alakasından dolayı kendi anlamının dışında başka bir anlamda kullanmaktır.[4] Örneğin "bir arslanla yemek yedim" cümlesinde arslan kelimesinden gaye bildiğimiz vahşi hayvan değil bir insandır. Çünkü normalde yemek, arslanla değil insanla yenir. Burada arslan kelimesi, cesaret özelliği ile arslana benzeyen bir insan için kullanılmış yani bu kelime o insan için sanki ödünç alınmıştır. İşte istiare dediğimiz budur. Burada konu ile ilgili olan birkaç kavramı da kısaca tanımlamakta yarar vardır:

"Hakikat", bir ifadenin kendi orijinal anlamında, "mecaz" ise bir ifadenin kendi doğal anlamının dışında kullanılmasıdır. İstiare, "Mecaz" ilminin, Mecaz ise "Beyan" ilminin  bir alt bilim dalıdır. "Beyan İlmi", tek anlamı, açıklık bakımından farklı olan değişik yollarla ifade etmektir. Bu ilim üç kısma ayrılır: Teşbîh (benzetme), Mecaz ve Kinaye (dolaylı anlatım).[5] Bu üç kısmın en çok kullanılanı mecazdır, mecazın da en çok kullanılan kısmı istiaredir. İstiare bütün dillerde kullanılan edebî bir ifade tarzıdır. Özellikle Arap edebiyatında istiarenin çok önemli bir yeri vardır. Başta Kur'an-Kerim ve Hadis-i şerifler olmak üzere İslâmî kaynaklar istiarelerle doludur. İşte Fahrettin Efendi de bundan dolayı konumuz olan bu risalesini istiareye tahsis etmiştir.

Müellif risalesinin başında önce Beyan ilmini tanımlayıp açıklamakta, ondan sonra teşbihi de açıkladıktan sonra Hakikat ve mecaz kavramlarına geçmektedir. Bu bölümde risalenin esas konusu olan istiareye, nispeten daha fazla yer veriyor ise de eserin ismiyle mütenasip tarzda ağırlık vermemektedir. Her şeye rağmen konunun ana hatları hakkında kolay anlaşılır bir üslupla doyurucu bilgiler vermektedir. Müellif istiareden sonra Beyan ilminin diğer alt bilim dalı olan kinaye konusunu kısaca açıklamakta ve risalesini, mecazı önemini belirten şu ifadelerle bitirmektedir:

  أطبق العلماء على أن المجاز أبلغ من الحقيقة وأن الكناية أبلغ من التصريح لأن الإنتقال فيهما من الملزوم إلى اللازم فهو كدعوى الشئ ببيّنة. فإذا قلت رأيت أسدا في الحمّام فكأنك قلت رأيت شجاعا في الحمّام لأنه كالأسد و إذا قلت: فلان كثير الرماد فكأنك قلت: فلان جواد لأنه كثير الرماد..

"Alimler, mecazın hakikatten, kinayenin de açık ifadeden daha belağatli oldukları konusunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bunlarda zihin, melzumdan lazıma intikal etmektedir. Bu da, bir şeyi delil getirerek (delili ile birlikte) iddia etmek gibidir. Mesela (mecaz kabilinden) "hamamda bir arslan gördüm" dediğiniz zaman sanki siz, "hamamda bir kahraman cesur gördüm çünkü o arslan gibi idi" demiş oluyorsunuz. Yine siz, (kinaye kabilinden) "Falan şahıs külü çok bir kişidir" dediğiniz zaman sanki siz, "falan şahıs cömerttir çünkü külü çoktur"[6] demiş oluyorsunuz.

"El-İstinare fi'l-İstiare" adlı eser küçük boy 28 sayfadan ibaret bir risaledir. Eser, Muhammed Nezir el-Halili et-Tûrî tarafından tashih edilerek 1385/1965 yılında Dimaşk'ta (Şam) basılmıştır.

6. Îsâğûcî fi'l-Mantık (إيساغوجي في المنطق):

İsminden de anlaşıldığı üzere Molla Fahrettin'in Îsâğûcî adlı eseri mantık ilmi ile ilgilidir. Îsâğûcî kavramı aslında üç kelimeden meydana gelmiştir. Birincisi, "sen" anlamındaki "îs"; ikincisi, "ben" anlamındaki "ağû"; üçüncüsü ise "burada" anlamındaki "icî". Buna göre Îsâğûcî'nin toplu anlamı "ben, sen, burada" şeklindedir. Mantıkçılar sonradan bu kavramı külliyat-ı hamse yani "nevi' ", "cins", "fasl", hassa ve "araz-ı amm" için kullanmışlardır. Tek kelime haline gelen bu bileşik kavramın mantıkta kullanılmasının nedeni hakkında değişik rivayetler vardır. Bazılarına göre filozoflardan biri, bahsi geçen külliyat-ı hamseyi Îsâğûcî adında bir adamın yanına bırakmıştı. Adam, bunları okuyup inceliyor ancak bir şey anlayamıyordu. Daha sonra filozof, adamın yanına gitti ve kendisine "ey Îsâğûcî!, ey Îsâğûcî!" diye seslenerek ona külliyatı anlatıyordu. İşte bundan dolayı bu külliyata Îsâğûcî adı verildi. Bazılarına göre Îsâğûcî, bu külliyatı bulup düzenleyen filozofun kendi adıdır. Diğer bazılarına göre ise Îsâğûcî, beş yaprağı bulunan bir gülün adıdır. Bu ad, beş yapraklı güle benzemelerinden dolayı söz konusu beş külliyata verilmiştir.[7]

Bir kişinin medreselerde icazet almak için mutlaka okuması ve öğrenmesi gereken bazı ilimler vardır. Bunlardan biri de Mantıktır. Mantık, insanın doğru düşünmesini ve dolayısıyla doğru konuşup yazmasını sağlayan önemli bir bilim dalıdır. Onun için Mantık ilmi de, medreselerde  sarf ve nahiv ilimlerinden sonra kolaydan zora doğru kademeli olarak okutulmaktadır. Mantığın ilk okutulan kitabı Îsâğûcî ve şerhi Muğni't-Tullâb'dır. Genelde öğrenciler, medreselerde Îsâğûcî kitabını ezberlerler. Dolayısıyla medrese uleması bu konuya önem vermiş ve bir çok alim, Îsâğûcî adı altında eser yazmıştır. Yani bu isimle eser yazmak, sanki bir gelenek haline gelmiştir. Örneğin Molla Halil Siirdî'nin de aynı adla bir eseri vardır. Hemen her dalda eser yazan Molla Fahrettin de yine aynı adla bu eserini telif etmiştir. Bildiğimiz kadarıyla Molla Fahrettin'in bu eseri aynı adla yazılan son eserdir. Müellifin, bu eserinde, daha önce yazılanların eksiklerini tamamladığını, tenkit edilecek yönlerinden kaçındığını dikkate alırsak bu eserin öncekilerden daha kapsamlı, daha faydalı, daha pratik ve öğrenilmesi daha kolay olduğunu söyleyebiliriz.

Müellif, eserin başında "bilgi"nin (ilmin) tanımını yapıp kısımlarını belirttikten sonra "dilalet" kavramını, bundan sonra "kavl-i şarih/tanım, ta'rîf" i ve özelliklerini açıklamakta, bunun akabinde mantığın temel konularına geçmektedir. Bunlardan kadiyye (önerme) ve hükümlerini, tenakuzu (çelişkiyi), müstevi aksi (düz döndürmeyi), aksu'n-nakîdi (ters döndürmeyi), şartiyyatın telazümünü (Şartlı gerektirmeleri) açıkladıktan sonra kıyasa, kıyasın kısımlarına ve kıyasla ilgili hükümlere yer vermektedir.  Burada kıyasın, burhan, cedel, Hitabet, şiir ve muğalata olmak üzere beş kısma ayrıldığını, burhanın da "burhan-ı limmi" ve "burhan-ı inni" olmak üzere iki çeşit olduğunu belirtmekte ve risalesini, teberrüken, Allah'ın yoluna davet mesajını içeren ayet-i kerimeyi örnek göstererek şu ifadelerle bitirmektedir:

"والعمدة من الصناعات الخمس البرهان. قيل في قوله تعالى: "أدع إلى سبيل ربك بالحكمة والموعظة الحسنة وجادلهم بالتي هي أحسن" إن الحكمة إشارة إلى البرهان والموعظة الحسنة إلى الخطابة وجادلهم إلى الجدل. فيكون كلّ من هذه الثلاثة معتمدا عليه في الدعوة."

"Yukarıda belirtilen beş edebî sanatın temel olanı "burhan" dır. Allah Taâlâ'nın "Rabbinin yoluna hikmet ve güzel nasihatla çağır ve onlarla (müşriklerle) en güzel metodla mücadele et"[8] mealindeki ayet-i kerimede geçen "hikmet" ifadesi "burhan" a, "güzel nasihat" ifadesi "hitabet" e, "onlarla mücadele et" ifadesi ise "cedel" e işaret ettiği söylenmiştir. O halde bu üç metod da Allah'ın yoluna davet etmekte geçerli yöntemlerdir."

Mantık ilmini ana hatlarıyla ilim erbabının istifadesine sunan ve son derece faydalı olan Îsâğûcî risalesi, küçük boy 60 sayfadan ibarettir. Abdurrahman Erzen el-Findikî ve Muhammed Nezîr et-Tûrî el-Halîlî, eserle ilgili birer takriz yazmışlardır. Ayrıca Muhammed Nezîr el-Halîlî et-Tûrî, eseri tashîh etmiştir. Müellif tarafından haşiyelerle açıklanan eser, 1963 yılında Terakki matbaasında basılmıştır.  

7. Risaletu'l-Vad' (رسالة الوضع):

Vad' da medreselerde okutulan bir bilim dalıdır. Vad', sözlükte bir şeyi bir yere koymak; terim olarak ise, "bir şeyi başka bir şey için (alamet olarak) belirlemektir. Öyle ki birinci şey bu belirlemeden haberdar olan kişi tarafından anlaşılınca ikinci şey de anlaşılır." Söz olsun veya olmasın birinci şeye "mevzû' ", ikinci şeye ise "mevzuun leh" denir.[9] Mesela "Ali" kelimesini belli bir şahıs için özel isim olarak belirlemek sözel bir vad' dır. Bu belirlemeden haberi olan birisi, Ali kelimesini işittiğinde, hemen bu ismin konulduğu şahsı anlar. Burada Ali ismi "mevzû'", ismin ifade ettiğiz şahıs ise "mevzuun leh" tir. Zamirler, ism-i işaretler, ism-i mevsuller, ism-i fail ve ism-i mef'uller de buna kıyaslanabilir. Sözel olmayan vad'a örnek olarak da bir trafik işaretini gösterebiliriz. Mesela yoldaki kırmızı ışık, geçiş yasağının işareti olarak konmuştur. Bu işaretin bu yasak için konulduğundan haberdar olan bir kişi, kırmızı ışığı gördüğü zaman geçişin yasak olduğunu anlar ve durur. Burada kırmızı ışık "mevzû' ", geçiş yasağı ise "mevzûun leh" tir.

Görüldüğü gibi vad' da, bir ilim adamı için öğrenilmesi gereken bir bilim dalıdır. Onun için her bilim dalında eser yazmayı hedefleyen molla Fahrettin, vad' konusunda da bu eserini yazmıştır. Eser her ne kadar hacim itibariyle 8 sayfadan ibaret küçük bir risale ise de bir bilim dalını ana hatları ile anlattığı için büyük önem taşımaktadır.

Müellif eserin başında vad'ın sözlük ve terim anlamlarını belirttikten sonra vad'ın kısımlarını açıklamaya geçmekte ve burada vad'ın dört çeşidini zikretmektedir. Buna göre mevdu' olan şey, özel olarak tasavvur edilebilecek türden ise, bu vad' şahsidir, külli bir mefhum ile tasavvur edilebilecek bir çok lafızlardan oluşuyorsa, vad' nev'îdir. Mevzuun leh olan mana da, özel olarak tasavvur edilebilecek türden ise vad' has (özel), külli bir mefhum ile tasavvur edilebilecek cinsten ise, vad' amm (genel) dır. Müellif bu dört kısmı belirttikten sonra şahsi ve nev'î   vad' ları da dörder kısma ayırıp bunları örneklerle açıklamaktadır. Bundan sonra da altı faydalı hususu maddeler halinde belirterek risaleye son vermektedir.

Vad' ilminin özetlendiği bu küçük risale de, müellifin diğer kitap ve risaleleri gibi son derece önemli ve faydalı bir eserdir. Ancak zor olan vad' ilminin bu kadar kısa ve öz bir risalede anlatılması, konuların anlaşılmasını zorlaştırmaktadır.  Her ne kadar müellif, eserin kapalı yerlerini haşiyelerle açıklamış ise de bu açıklamalar yeterli değildir. Eserin tamamının bir şerhle açıklanması ve üniversiteler açısından bakire sayılan bu bilim dalının, akademisyenler tarafından Türkçeleştirilip akademik çalışmalarla ciddi ve detaylı bir şekilde incelenip ilim camiasına kazandırılması son derece   faydalı olacaktır.

Risalenin elimizdeki nüshası, 8 sayfadan ibaret olup yukarıda zikrettiğimiz Îsâğûcî'nin sonuna eklenerek birlikte basılmıştır.

         SONUÇ

Doğu ve Güneydoğuda bir çok büyük ilim adamı yetişmiş ancak bu ilim adamları genelde sadece tedrisat yapmakla yetinmiş, eser yazmak suretiyle bilgi ve birikimlerini sonraki nesillere aktarma cihetine gitmemişlerdir. Bundan dolayı bu alimlerin bir çoğu unutulmuş, hizmetleri de sınırlı kalmıştır. Ancak bunlardan Molla Halil Siirdî ve çalışmamızın konusu olan Molla Fahrettin Batmanî, bu geleneğin dışında bir çok konuda eser yazmışlardır. Molla Fahrettin, derin ilmi ve takvası ile bölgedeki bütün ilim adamları arasında kabul ve saygı görmüş, hepsinin takdir ve beğenisini kazanmıştır. Savaş, yoksulluk, baskı ve cezaevi gibi en ağır koşullarda bile ilmî faaliyetlerinden ve eser yazmaktan geri kalmayan, büyük ve uzun vadeli düşünen Bediüzzaman Hazretleri, Molla Fahrettin Efendi'nin dikkatini çekmiş ve kendisi de onun yolunu izleyen talebeleri arasına girmeyi, kendisine yazdığı bir mektupla talep etmiştir. Bu iletişim sonucu olacak ki kendisi de, o zamanki medrese alimlerinin aksine eser yazma gayreti içine girmiş ve yazdığı bir çok eserle ilmini daha kalıcı hale getirmiştir. Ancak ne yazık ki hayatının en verimli döneminde, henüz genç sayılabilecek bir yaşta hayatını kaybetmiştir.

Medreselerin yapısını ve iç yüzünü çok iyi bilen Molla Fahrettin, medrese öğrenimini daha verimli hale getirmeyi hedeflemiş ve öncelikle ihtiyaç duyulan konuları ele almıştır. Bu nedenle daha ziyade, medreselerde okutulan klasik ilimlerle ilgili eserler yazmıştır. Bu eserler, gerek medrese tahsilini yapan öğrenciler gerekse onları okutan medrese hocaları için büyük kolaylıklar sağlamıştır. Kendisinin yazdığı 11 eserin sadece üç tanesi halka yönelik konular hakkındadır. Bunlardan ikisi fıkıhla, birisi ise tasavvuf şeyhini savunmakla ilgilidir. Tefsir, hadis ve kelamla ilgili eserlerine rastlayamadık. Ancak kendisini yakından tanıyan bir öğrencisi olarak kendisinde öyle bir enerji görüyorduk ki, eğer ömrü vefa etseydi çok önemli konularda eser yazacak ve Dünya çapında bir ilim adamı olarak şöhret kazanacaktı. Onun bu durumu, kendisini yakından tanıyan herkes tarafından bilinmektedir. Ayrıca kendisi sadece klasik İslâmî ilimlerle değil fizik, kimya, matematik gibi modern bilimlerle de yakından ilgileniyor ve bu konuların hocalarını hayrette bırakacak kadar performans gösteriyordu.

İlim ve takvası ile birlikte çağdaş ve ileri görüşlü bir fikir yapısına sahip olan Molla Fahrettin, özellikle Diyanet teşkilatına ve din görevlilerine çok önem veriyor, ülkenin her tarafına dağılmış bulunan bu görevlilerin, görevleri ile mütenasip bir ehliyete sahip olmaları gerektiğini söylüyor, ileride bu teşkilatta müfettiş veya daha üst düzey bir yetkili olması halinde, ehil olmayan hiçbir elemanı Diyanet camiasında barındırmayacağını ve Diyanet teşkilatını bunlardan ayıklayacağını ifade ediyordu.

Kendisine Allah'tan rahmet ve mağfiret diliyoruz.

BİBLİYOGRAFYA :

Şirâzî, Sa'dî, Gülistan, yy.ty.
Ünalan, Abdulkerim, Abdullah Nursi ve Ma'fuvvat adlı eseri.
Beki, Niyazi, Molla Fahrettin'in el-İ'taisam adlı eserinin giriş kısmı.
Molla Fahrettin, el-İstinare fi'l-İstiare, Dimaşk ty.
Molla Fahrettin, Risaletu'l-Vad', yy. 1963 (Îsâğûcî ile birlikte).


 

[1] Şirâzî, Sa'dî, Gülistan, yy.ty, 13:

[2] Tam ismi Ebu İshak İsamuddin İbrahim b.Muhammed b. Arabşah el-İsferâyînî'dir. 873/1468 tarihinde, Horasan şehirlerinden olan Nisabur'a bağlı İsferayîn köyünde doğmuştur. Meşhur alim Ebu İshak el-İsferayînî (418/1468) nin soyundandır. Abdurrahman el-Cami (Molla Cami) yanında okuyarak ondan lügat, edeb ve belağat ilimlerini öğrenmiş ve bir çok konuda yazdığı eser yanında hocasının telif ettiği "el-Fevaidu'd-Diyaiyye (Müellifinin lakabı "Molla Cami" ile tanınıyor) ile ilgili bir haşiye yazmıştır. (Beki, Niyazi, el-İ'taisam'ın giriş kısmı). 

[3] S.1.

[4] Bkz. Molla Farettin, el-İstinare fi'l-İstiare, Dimaşk ty, 10, 13.

[5] Bkz. Molla Farettin, age, 2, 3.

[6] Külün çokluğu çok odunun yakıldığını, odunun çok yakılması, çok yemek pişirildiğini, çok yemek pişirilmesi ise çok misafir ağırlandığını, bu da kişinin çok cömert olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla Araplar, bir kişinin çok cömert olduğunu ifade ederken kısa ve dolaylı yoldan "falancanın külü çoktur" şeklinde kinayeli bir ifade kullanırlar ki bu dolaylı ifade, "falanca çok cömerttir" şeklindeki açık ifadeden daha güçlü telakki ediliyordu.

[7] Bkz. Mağnisni, Mahmud b. Hafız, Muğni't-Tullâb, İstanbul ty.

[8] En-Nehl 16/125.

[9] Bkz. Molla Farettin, Risaletu'l-Vad', yy. 1963 (Îsâğûcî) ile birlikte, 61 vd.


Eserleri | Talebeleri | Basından | İletişim